Bu kitapta Osmanlı’dan günümüze havacılık alanında yapılan çalışmalara ilişkin genel bir araştırma ve bu araştırmanın sonucunda ortaya çıkan tablo okuyucuların ilgisine sunulmuştur. Türkiye’de özellikle son yirmi yılda savunma sanayi alanında çok önemli gelişmeler yaşandı. Bu gelişmelere bağlı olarak dünyanın birçok farklı noktasında bu gelişmeler konuşulmaya başlandı. Özellikle İHA ve SİHA’lar Türkiye’ye dönük ilginin merkezinde yer aldı. Elbette Türkiye’deki gelişmeler sadece bunlarla sınırlı değil. Şu anda Türkiye kendi imkânlarıyla savunma sanayi alanındaki ihtiyaçlarını kendisi üretmeye başlamış durumda. Bu gelişmeler ülkemiz adına umut verici. Ancak kimilerine göre bu alanda kendi ayaklarımızın üzerinde durabilmek için geç kalmış gibi görünüyorken kimilerine göre yaşanan tüm aksaklıklara rağmen bugün gelinen nokta çok önemli... Hazırlanan bu kitap ile tartışmalara mercek tutmaya ve Türkiye’nin son yirmi yılda yakalamış olduğu ivmenin neden geçmişte yakalanamadığını anlamaya çalıştık. Bu çerçevede özellikle havacılık alanında Osmanlı’dan itibaren yapılan çalışmaları, Cumhuriyet’in ilanıyla birlikte neler yapıldığını ve bu alanda yürütülen çalışmaları inceledik.
Ürüne ait yorum bulunmamaktadır.
“Kim bu Kalsbalar? Rusya’da nerede yasadılar, Türkiye’ye nasıl sürgün
edildiler ve nerelere yerleştiler? Neler yasadılar, şimdiki kuşaklara
neler aktardılar? Soyağaçları çıkarılabilir mi?” sorularına cevap arayacağız.
Bunu ağırlıklı olarak Sakarya ili Akyazı ilçesi Kuzuluk ve Alaağaç köyleri
ile Hendek ilçesi Nüfren’de (Beylice) yaşamıs/yasamakta olan bazı
Kalsba aileler ve onların hayattaki mensupları üzerinden örneklendireceğiz.
Son kısımda özel ilgimizi Kalsba Peskuzoğullarının aydınlatılamamış
sürgün hikâyelerini yazmaya, kronolojik tarihlerini çıkarmaya ayırsak
da sözü edilen diğer ailelerin büyüklerinden dinlediğimiz hikâyelerini
de yazdık ve soyağaçlarını çıkardık.
Adapazarlı Edebiyatçı-Yazar Fahri Tuna Adapazarı Yazıları kitabında; Şehirleri şehir yapan bu aileler veya kişilerdir. Neredeyse, imarını, eğitimini, ekonomisini onlar belirlemişlerdir çoğu kez. demektedir. Peki, Adapazarı için bu kimse kimdir? İlk akla gelen kişi Kara Osman’dır. Peki, kimdir Kara Osman? Tam adıyla söylemek gerekirse: Kimdir Adapazarı Âyanı Kara Osman Ağa?
Adapazarlı tarihçi Profesör Atilla Çetin, Kara Osman Ağa’yı şöyle anlatıyor: Kara Osman Ağa, Adapazarlı bir yerli. Askerlikte ilerlemiş, zağarcıbaşılığa, bugünkü korgeneralliğe kadar yükselmiş, 6 ocaktan birisinin başkanı.
Bir vesile ile Adapazarı’na gönderilen Kara Osman bir konuşmasında Biz padişah katında tanınan adamız. diyor. Kara Osman bu bölgenin 1800’lerdeki en önemli şahsiyetidir. Adapazarı âyanıdır.
Âyanlar, padişahla halk arasında -ama halkın ittifakla seçtiği- bir yerel yöneticidir. Yasal bir yöneticidir Kara
Osman Ağa. Tarihe ve tarihî belgelere geçmiş bölgenin ilk ünlüsüdür. Akıllı, zeki, çok tedbirli, fettan (şeytan gibi, kurnaz, cevval) birisidir; belgeler böyle demektedir. Tedbirini almayı iyi bilir. Reaya (gayrimüslim tebaa) ile iyi ilişkiler içerisindedir. Zaman içinde ticaretle de zenginleşmiş, itibarı artmıştır.
Şehirlerin tarihlerinde isimleri altın harflerle yazılması gereken kahramanları vardır. O şehirler yaşadığı sürece bu isimler de yaşayacaktır.
Fetih, direniş, kurtuluş; bekâ, ihyâ ve vefa adamlarıdır bunlar. Adalet, doğruluk ve merhamet sembolü kişilerdir. Cesaret, yiğitlik ve adanmışlık timsali insanlardır.
Kâh aşılmaz denilen kaleleri aşmışlar, kâh işgale karşı isyanı başlatmışlar, kâh zorbalığa ve zulme karşı adaletin bayrağını dikmişlerdir, insanlık burcuna. Vatanı uğruna, şehri uğruna, halkı uğruna; can, mal ve namus uğruna, etrafına topladığı yiğitlerle birlikte bir kahramanlık destanı yazmayı başarmışlardır bu öncü kişiler.
Kimi ilk kurşundur, kimi ilk çığlık, kimi ilk şehit; ama onların başlattığı hareket, adım adım büyüyerek; o kasabaya, o şehre, o bölgeye nefes, umut ve hayat vermiştir.
Ya Sakarya için, ya Adapazarı için kimdir bu isim? Hiç tartışmasız Halit Molla’dır.
Fahri Tuna
İstisnai Renklerle Bezeli Miras…
Yaşam öyküleri yazmaya kalkıştığımızda zihnimizdekilerden önce elimizin altındaki fotoğrafları yardıma çağırırız. “Foto Şehir” gibi bir fotoğrafhaneniz de varsa bu gayet doğal karşılanır… Elinizdeki bu kitap Şavşat’tan Hendek’e zorunlu göç ettirilen Ahıska Türkü Âl-i Cengiz’in, acı ve hüzünlü zamanlarının çileli ve eğlenceli 120 yıllık gerçek yaşam hikâyesinin önemli anılarını barındırıyor. Kahramanlarının yaşam öykülerinin anlatıldığı biyografik bir eser... İlk iki bölümde ailenin ata-babası Ali Cengiz ve onun oğlu Fevzi ile ilgili anlatımlara doğal sepya tonu biyografik fotoğraflar da eşlik etmektedir. “İstisnai Mavi” isimli bölümde ise kitabın yazarı Güvenç Cengiz’in otobiyografik anlatımına Foto Şehir hazinesinin yüzlerce fotoğrafları arasından bir yönetmenin sahne seçmesi gibi özenle seçtiği portre fotoğrafları dâhil olur ve metni sarmasına, ona dokunmasına izin verir… "Kahverengi" ve “Mavi" bu kitap için istisnai renklerdir... Bu renklerin, kahramanları Fevzi ve Güvenç için nasıl bir yaşam biçimine büründüğünü, geçmişten geleceğe nasıl renkli bir mirasa dönüştüğünü büyük bir merakla okuyacaksınız... Güvenç Cengiz, kaleme aldığı bu ilk eseriyle âdeta “Adalı Yazarlar” arasında ben de varım diyor. Keyifli okumalar…
2021 yılı, Yûnus Emre’nin ölümünün 700. yılı dolayısıyla
Cumhurbaşkanlığı tarafından yerinde bir kararla “Yûnus Emre
Yılı” ilan edildi. Hemen akabinde buna, aynı toprağın hamuru
sayılan Hacı Bektâş-ı Velî ve Ahî Evran da dâhil edildi.
Anadolu’da İslâm düşüncesini yoğuran Ahmed Yesevî, Mevlânâ
Celâleddin-i Rûmî, Sultan Veled, Âşık Paşa, Süleyman Çelebi
gibi birçok mutasavvıf ve düşünce adamı bir yana, sadece bu üç
isim bile bin yılın başlarında İslâm düşüncesinin bu topraklarda
ne denli kalıcı bir maya tuttuğunu bize gösterir. Bu maya, aynı
zamanda bin yıldır Anadolu kapısının bize açıldığını gösteren
tapu senedi hükmündedir. Yine tapu senedi hükmünde olan
yerin üstündeki binlerce mimari eser -Allah göstermesin- yok
olsa bile, bu söz ustaları aynı toprağı bir daha mayalayabilir.
İşte sözün büyülü gücü burada kendini göstermektedir.
Yûnus Emre, yedi-sekiz asır öncesinden sözün gücünü en iyi
hissettiren mutasavvıf şairlerin başında gelir. Bunu, elinizdeki
kitapta çok az bir kısmını okuyacağınız şiirlerinde bile görmek
mümkündür. Bu şiirler, Üstad Necip Fazıl’ın ifadesiyle “şiirde
varılmaz derece”dir. Yine Üstadın, duygu ve düşüncelerini
samimi ve yalın bir şekilde ifade eden Yûnus Emre’nin şiirlerini
“maveraî hasret” olarak tanımladığını da belirtmemiz gerekir.
Klasik şiir tarihimiz boyunca İran dilinin bunca etkisi altında
kaldığımız 13-14. yüzyılda; “peygamber”, “namaz”, “oruç” gibi
dinî terminolojinin ana kavramlarını bile Farsçadan aldığımız
bir zamanda, Yûnus Emre’nin o dönem şairleri arasında
Türkçeyi nasıl olup da bu kadar arı duru kullandığının sırrı
hâlâ çözülebilmiş değil. Bugünden geriye dönüp baktığımızda,
Yûnus’un şiirleri, yedi-sekiz asır öncesinin semasında parlak
bir kutup yıldızı gibi durmaktadır.
Yûnus Emre şiirlerinde daha çok dünyanın geçiciliğini, fani
olan bu dünyadaki insanın “hiç”liğini ele alır. Bu “ulu” şair
şiirlerinde genellikle “ölüm” tema’sını işler. Tarihin bu en somut gerçekliğini, İslâmın doğasından sapmadan ve tesavvufun
derinliklerine dalarak ele alır. Dünyada insanın yalnızlığını,
ölümün gerçek ve hayatın yalan olduğunu şu şiirden başka
hangi şiir daha içten yakalayabilmiştir:
Bir garip öldü diyeler,
Üç günden sonra duyalar,
Soğuk su ile yuyalar,
Şöyle garip bencileyin.
Şu dizeler de aynı duygu ve düşüncenin devamı niteliğindedir:
Yunus der ki gör Takdir’in işleri;
Dökülmüştür kirpikleri kaşları,
Başları ucunda hece taşları,
Ne söylerler ne bir haber verirler.
Özet olarak: Yûnus Emre hem inancın şairi, hem de dilimiz
olan Türkçenin büyük bir sanatkârıdır.
Çok zor yollardan geçmiş, hayatın türlü sıkıntılarına maruz kalmış, seçimlerle hayatı alt üst edilmiş, yeri gelmiş kendi seçimleriyle kendini mahvetmiş biri olarak bu kitabı kaleme aldım. Travmalarımdan, savrulduğum yollardan, farkında olmadan geçen yıllarımdan yola çıkarak kendimle yüzleşmek, geçmişimi kabul etmek adına sizlerle söyleşmek istedim.
Dünyaya gözlerimi açtığım andan şimdiye kadar şahit olduklarımı, sevinç ve hüzünlerimi yazmak istedim. İçimde dinmeyen fırtınalar dinsin, güzel olan her şey çağlayan gibi gürlesin diye; düğüm düğüm boğazıma dizilenler dile gelsin diye…