2021 yılı, Yûnus Emre’nin ölümünün 700. yılı dolayısıyla Cumhurbaşkanlığı tarafından yerinde bir kararla “Yûnus Emre Yılı” ilan edildi. Hemen akabinde buna, aynı toprağın hamuru sayılan Hacı Bektâş-ı Velî ve Ahî Evran da dâhil edildi. Anadolu’da İslâm düşüncesini yoğuran Ahmed Yesevî, Mevlânâ Celâleddin-i Rûmî, Sultan Veled, Âşık Paşa, Süleyman Çelebi gibi birçok mutasavvıf ve düşünce adamı bir yana, sadece bu üç isim bile bin yılın başlarında İslâm düşüncesinin bu topraklarda ne denli kalıcı bir maya tuttuğunu bize gösterir. Bu maya, aynı zamanda bin yıldır Anadolu kapısının bize açıldığını gösteren tapu senedi hükmündedir. Yine tapu senedi hükmünde olan yerin üstündeki binlerce mimari eser -Allah göstermesin- yok olsa bile, bu söz ustaları aynı toprağı bir daha mayalayabilir. İşte sözün büyülü gücü burada kendini göstermektedir. Yûnus Emre, yedi-sekiz asır öncesinden sözün gücünü en iyi hissettiren mutasavvıf şairlerin başında gelir. Bunu, elinizdeki kitapta çok az bir kısmını okuyacağınız şiirlerinde bile görmek mümkündür. Bu şiirler, Üstad Necip Fazıl’ın ifadesiyle “şiirde varılmaz derece”dir. Yine Üstadın, duygu ve düşüncelerini samimi ve yalın bir şekilde ifade eden Yûnus Emre’nin şiirlerini “maveraî hasret” olarak tanımladığını da belirtmemiz gerekir. Klasik şiir tarihimiz boyunca İran dilinin bunca etkisi altında kaldığımız 13-14. yüzyılda; “peygamber”, “namaz”, “oruç” gibi dinî terminolojinin ana kavramlarını bile Farsçadan aldığımız bir zamanda, Yûnus Emre’nin o dönem şairleri arasında Türkçeyi nasıl olup da bu kadar arı duru kullandığının sırrı hâlâ çözülebilmiş değil. Bugünden geriye dönüp baktığımızda, Yûnus’un şiirleri, yedi-sekiz asır öncesinin semasında parlak bir kutup yıldızı gibi durmaktadır. Yûnus Emre şiirlerinde daha çok dünyanın geçiciliğini, fani olan bu dünyadaki insanın “hiç”liğini ele alır. Bu “ulu” şair şiirlerinde genellikle “ölüm” tema’sını işler. Tarihin bu en somut gerçekliğini, İslâmın doğasından sapmadan ve tesavvufun derinliklerine dalarak ele alır. Dünyada insanın yalnızlığını, ölümün gerçek ve hayatın yalan olduğunu şu şiirden başka hangi şiir daha içten yakalayabilmiştir: Bir garip öldü diyeler, Üç günden sonra duyalar, Soğuk su ile yuyalar, Şöyle garip bencileyin. Şu dizeler de aynı duygu ve düşüncenin devamı niteliğindedir: Yunus der ki gör Takdir’in işleri; Dökülmüştür kirpikleri kaşları, Başları ucunda hece taşları, Ne söylerler ne bir haber verirler. Özet olarak: Yûnus Emre hem inancın şairi, hem de dilimiz olan Türkçenin büyük bir sanatkârıdır.
Ürüne ait yorum bulunmamaktadır.
“Kim bu Kalsbalar? Rusya’da nerede yasadılar, Türkiye’ye nasıl sürgün
edildiler ve nerelere yerleştiler? Neler yasadılar, şimdiki kuşaklara
neler aktardılar? Soyağaçları çıkarılabilir mi?” sorularına cevap arayacağız.
Bunu ağırlıklı olarak Sakarya ili Akyazı ilçesi Kuzuluk ve Alaağaç köyleri
ile Hendek ilçesi Nüfren’de (Beylice) yaşamıs/yasamakta olan bazı
Kalsba aileler ve onların hayattaki mensupları üzerinden örneklendireceğiz.
Son kısımda özel ilgimizi Kalsba Peskuzoğullarının aydınlatılamamış
sürgün hikâyelerini yazmaya, kronolojik tarihlerini çıkarmaya ayırsak
da sözü edilen diğer ailelerin büyüklerinden dinlediğimiz hikâyelerini
de yazdık ve soyağaçlarını çıkardık.
Bu kitapta Osmanlı’dan günümüze havacılık alanında yapılan çalışmalara ilişkin genel bir araştırma ve bu araştırmanın sonucunda ortaya çıkan tablo okuyucuların ilgisine sunulmuştur. Türkiye’de özellikle son yirmi yılda savunma sanayi alanında çok önemli gelişmeler yaşandı. Bu gelişmelere bağlı olarak dünyanın birçok farklı noktasında bu gelişmeler konuşulmaya başlandı. Özellikle İHA ve SİHA’lar Türkiye’ye dönük ilginin merkezinde yer aldı. Elbette Türkiye’deki gelişmeler sadece bunlarla sınırlı değil. Şu anda Türkiye kendi imkânlarıyla savunma sanayi alanındaki ihtiyaçlarını kendisi üretmeye başlamış durumda. Bu gelişmeler ülkemiz adına umut verici. Ancak kimilerine göre bu alanda kendi ayaklarımızın üzerinde durabilmek için geç kalmış gibi görünüyorken kimilerine göre yaşanan tüm aksaklıklara rağmen bugün gelinen nokta çok önemli...
Hazırlanan bu kitap ile tartışmalara mercek tutmaya ve Türkiye’nin son yirmi yılda yakalamış olduğu ivmenin neden geçmişte yakalanamadığını anlamaya çalıştık. Bu çerçevede özellikle havacılık alanında Osmanlı’dan itibaren yapılan çalışmaları, Cumhuriyet’in ilanıyla birlikte neler yapıldığını ve bu alanda yürütülen çalışmaları inceledik.
İğneyle ilk elbise diken olduğu gibi kalemle ilk yazı yazan da İdris Peygamberdir.
Bu husus bizlere “terzilik ile yazarlık”, “metinler ile kumaşlar” arasında
kutsal bir ilişki, işlek bir tesbih köprüsü olduğunu da anlatır bir bakıma...
Dikiş, düğüm, sökmek, biçmek, makara, makas, iplik, iğne gibi terziliğe ait
imgelerle metafizik, aşk, yalnızlık ve ölüm kavramlarına işaret edip yer veren
bir çok şiir ve edebi yazı bu ilişkinin güzel örneklerini sunar.
Şeref Terzihanesi; doğu-batı dediğimiz birbirinden farklı iki uzak dünyayı,
medeniyeti, iki ayrı kumaşı birbirine diken bir terzihanedir… Uzun bir hayat
için kısa sayılabilecek bir anlatımla hayata karşı onurlu bir duruşu temsil
eder. Teğelleri hazır, provası yapılmıs, halk içine çıkmak için bayramertesini
bekleyen “ısmarlama bir takım hatıra” okumanız için Şeref Terzihanesinde
boylu boyunca yatıyor. Sözün düğmesini yerli yerine ilikleme vaktidir. "Eğer
gerçeği açıklamak istiyorsan, zerafeti terziye bırak" derler ya işte biz de Şeref
Terzihanesi’nde öyle yaptık…
Adapazarı gülistanı divanelerin mahlası, kurtuluş yeri, sığınağıdır. Güle bakan şehirdir. Gülü çok olduğu gibi gülebakanları da boldur. “Gül bahçesindeki güzel kokuları duymuyorsan, kusuru bahçede değil, gönlünde ve burnunda ara” der Hz. Mevlânâ. Bu güzel kokuları duymak için Tarihi Orhan Cami bahçesi, Uzunçarşı ve civarındaki çarşılar, Çark Caddesi, Yenicami , Katlıpazar ve Tren İstasyonu civarında tabanları uyuşana değin şehirde aylarca dolaşmak hiç zor gelmez insana. Güller ve gülebakanlar. İşte bizim hikâyemiz.
Şehirlerin tarihlerinde isimleri altın harflerle yazılması gereken kahramanları vardır. O şehirler yaşadığı sürece bu isimler de yaşayacaktır.
Fetih, direniş, kurtuluş; bekâ, ihyâ ve vefa adamlarıdır bunlar. Adalet, doğruluk ve merhamet sembolü kişilerdir. Cesaret, yiğitlik ve adanmışlık timsali insanlardır.
Kâh aşılmaz denilen kaleleri aşmışlar, kâh işgale karşı isyanı başlatmışlar, kâh zorbalığa ve zulme karşı adaletin bayrağını dikmişlerdir, insanlık burcuna. Vatanı uğruna, şehri uğruna, halkı uğruna; can, mal ve namus uğruna, etrafına topladığı yiğitlerle birlikte bir kahramanlık destanı yazmayı başarmışlardır bu öncü kişiler.
Kimi ilk kurşundur, kimi ilk çığlık, kimi ilk şehit; ama onların başlattığı hareket, adım adım büyüyerek; o kasabaya, o şehre, o bölgeye nefes, umut ve hayat vermiştir.
Ya Sakarya için, ya Adapazarı için kimdir bu isim? Hiç tartışmasız Halit Molla’dır.
Fahri Tuna